Türkçede “Av” kelimesini; üzerine atılmak, ilerlemek, gelişmek, aş etmek, aşmak anlamında kullanırız. Yıllar içinde bu kelime bolca türemiş. Atalarımız başlarına gelen tecrübeleri bizlere aktarmak için her bir köke eklemeler yaparak bizlere ulaştırmıştır. Bu tecrübelerin hepsini kelimelerin içine adeta kazımış, yerleştirmiştir. Bu sayede bizlerde Türkçemize ne kadar hâkim olursak o denli atalarımızın tecrübelerine sahip olabilecektik.
İşte bu ‘av’ kökünden çok fazla kelime türettiler. Mesela biz Türkler, ilerlemeye destek olana da bu kökten “Aval” deriz. Çünkü bu ekleme ile hem atılım için desteği hem de birinin ilerlemesine destek verildiğinde, az bir olasılıkla da olsa bir sıkıntıda destekçinin de üzerine atlayan olabileceği anlatılmıştır. Yine mesela başkasının biraz daha ilerlemesine destek vermesine ve bunun iş ya da nakit olarak iadesini beklemesine “Avans” demiş. Atılmaya, ilerlemeye destek alıp bundan fayda sağlamaya “Avanta” demiş. Tüm canlılara iyilik için rekabet içinde yaşamayı sağlayan rakiplerin ilerlemeleri için verdiği fırsata “Avantaj” demiş. Maneviyatın üzerine atılmış, diğer tüm canlıları umursamış ve bu yetilerle ilerleyebilmişlere “Avatar” demiş. Hazır konusu geçmişken, çok kullanmadığımız bu kelimeyi bir film ile hatırladığımızı da itiraf edelim. Atılamayacak durumda olanlara, ki bu özellikle bebekler için daha çok kullanılırdı “Avanak” demiş. İlerlemeyi, atılmayı reddedene ve böylece sıradan kalana “Avam” demiş.
Hiçbir canlı, ilk amacı “Av” olma üzerine yaratılmamıştır. Her bir türün ayrı ayrı misyonu vardır. Bu misyon kendine yaratılışta yüklenmiştir. O, gelişmesi, geliştirmesi ve dünyaya sağlıklı bakma kutsal görevi için buraya gönderilmiştir. Ve amacından sapmışlar, fazladan çoğalanlar, tembelleşenler, hazır, ithal, borç yiyenler yaşam amacından kopanlar kendiliğinden av haline gelecekti.
Bu arada bu kelimelerin birçoğu yabancı kökenli olarak bilinir. Ama aslında yabancılara Türkçeden geçmiştir. Sadece bazı kelimeler Türkçeye, bilinen ilk dil olan Sanskritçeden geçmiştir. Ayrıca Osmanlı imparatorluğu döneminde Arapçadan, Fransızcadan geçenler olmuştur.
Hepsinden öte, elbette yaşama şeker, ödül verildiği gibi kırbaç, cezada verilmişti. Ve bu sebeple sınavını geçemeyenler Av olacaktı. Ve tarih boyunca böyle de oldu. Gelişim için rekabet halinde olduğu diğer milletlerden geri kalan milletler “Av” oldu. Medeniyetsiz kaldı. Halk egemenliğini kayboldu. Esir oldu. Hatta Nuh peygamber döneminde tüm milletler gelişimden koptu, tufan oldu.
Av olup olmadığını ölçmekte mümkün. Bu ölçüm birimine Sanskiritçe “Par” kökünden türeterek ‘Para’ dedi atalarımız.
Paraya, yüceliğe götüren yola tutulmuş fener misyonunu yüklenmişti. Ve tüm yaşanmışlıkları gelişimi ya da gericiliği ölçen araç olacaktı. Yaşanmışlıklar olumlu ise; insan değerli olacaktı. Mal, para ise ucuz olacaktı. Yaşanmışlıklar tembelse, nüfusa oran ile üretim az ise, insana biat varsa, yarınının garantisini sadece bir insan görünüyorsa, borç varsa sıkıntı vardı. İnsan, para ve mal karşısında değersiz kalacaktı. Böylece değerini net bir şekilde görme şansı bulacaktı. Haliyle uyanacak ve bir değişim gerektiğini fark edecekti.
Yaradılış amacında olanlar ile olmayanları ayrıştırmaya da ‘kur’ dedi. Kur; kuru, kurum kökünden türedi. Toplumun ıslak, nemli, rutubetli, hastalıklı olup olmadığını gösterecekti. Hangi milletin av olduğunu, hangi milletin avcı olduğu buradan takip edebilecekti.
Avın peşine düşen avcı da özü itibarıyla ekolojik dengeyi sağlayandı. Dünyadaki ekolojik dengeyi bozacak şekilde gereksiz çoğalmalara müsaade edilemezdi. Ürettiğinden çok tüketenleri, olması gerekenden fazla çoğalanları, faydasından çok zarar vermeye başlayanları seyreltmekle görevlendirildi.
Mesela Kurt…
Türkler birçok sebepten kendine “Kurt” der. Çünkü kurt, doğada birçok şeyi temsil eder. Mesela, eğer kurt tembelleştiyse ya da bir vesile ile fazladan çoğalıp, fazladan tüketme çabasına girişirse, elbette kaçınılmaz olarak av olur. Lâkin tamamen yokta edilemez. Gerektiği kadar seyreltilir. Çünkü kurt olmadan bir orman düşünülemez. Orman, orman vasfından çıkar. Kurdun olmadığı yerde koyun, inek, geyikler çoğalır. Ormanın yeşilliği yetmez olur. Orman yavaşça tükenir, sararır, kurur. Kuraklık, çölleşme başlar. Kıtlık başlar. Artık tek kurtuluş kalmıştır. Varlık sebebine uygun olarak, kurdun tekrar ormanda dolaşması sağlanmalıdır.
Bir toplumda kriz oluyorsa, piyasasının yani ürünlerinin, mal ve mülkünün, fabrikalarının, parasının ve elbette insani değerinin eksilmesine sebebiyet verir. Haliyle bu krizin neticesinde av olman da an meselesi olur. Merkez Bankaları bu kaybı satın alabilir. Elbette ki korkup dışarı kaçan parayı, bir şekilde tedarik edip tekrar piyasaya sunarak bu kaybı satın almış olur. Ama bu alımın da bir bedeli vardır. Kasasında dövizi yoksa, faizle hatta risk durumuna göre yüksek faizle borç aldığı ile bu krizi satın alabilir. Ve piyasaya sunar. Piyasalara taze para girer ve böylece ateş düşmeye başlar. Aslında dedik ya! Krize sebep olan o yanlış tutum, ücreti ödenerek, bedeli karşılığında satın alınmış olur. Böyle bir durumda paranın fiyatı olan faiz, elbette yükselecektir. Aslında yapılan, parası karşılığında krizin sonuçları ileri bir tarihe ötelemektir. Kriz sadece, çıktığı mecra ve düzeyde tam ve eksiksiz çözülebilir. Diyelim ki çocuğuna bir kızgınlık anında, adil olmayan bir şekilde bağırdın. O da ağladı tepki gösterdi. Ona hemen para verirsen ya da bir hediye verirsen belki susabilir. Ama gönlü kırık kalır. Ta ki kendisine adil davranıp, gönlünü alacak güzel şeyler yapana kadar…
Krizlerde para karşılığı elbette durdurulamaz. Sadece geçiştirilir. Durdurmak için öncelikle krize sebep, yanlış neyse ondan hızlıca dönmek gerekir.
Mesela uyuyan güzel hikayesini hepimiz biliriz. Hatırlarsınız çirkin bir cadı ve güzel bir prenses vardı. Cadı zehirli bir elma yapmıştı. Prenses ondan daha güzel olduğu için onu kıskanıyordu. Onu güzellikte kendine rakip görmüştü. Ve hızla yok etmek istemişti. Bu masalın sonlarına doğru cadının avcısının da “en güzel ben olmalıyım” egosunun olacağını görürüz. Cadı bir yol aramış ve bulmuştu. O zehirli elmayı prensese yedirdi. Prenses zehirlendi. Baygın yere düştü. Cadı olduğunu anlamamış, güvenmiş ve av olmuştu. Şimdi birkaç ay önceyi de bir hatırlayın! Antalya’da bir esnaf bir marketten aldığı elmaları test ettirmişti. Ve ne yazık ki elmalarda olması gerekenin çok üzerinde pestisit çıkmıştı. Yani fazlaca tarım ilacı kalıntısı çıkmıştı. İnsanın hücre yapısını bozacak düzeydeydi. Ne yazık ki satışta olan o elmayı çoluk çocuk bir sürü insan yedi. Yiyenler kademeli olarak ya hastalandı ya da hastalanacak. Yani hareketsiz kalacak, hasta olacak.
Tamam güvenip yiyenler av olacakta! Peki bu elmayı yetiştirip dürüst olmayan, ikili oynayan avcıya hizmet eden cadıya dur diyen de mi olamayacak?
Olmaz olur mu?
Dedik ya bu köklü milletin ceddi, binlerce yıllık tecrübelerini dillerine taşımıştı. Buradan da bin yıllar içinde genlere işlendi. Ve bu şekilde sonraki nesillere aslında kendini aktarmış oldu. Kendini klonlamıştı. Bu sayede aslında yeniden doğmayı keşfetmişti. Gün gelir karşına biri çıkar. Sen zannedersin ki o karşındaki yirmi yaşındadır. Ama yanılırsın, o özünde dokuz bin yıllık Türk tarihi artı yirmi yaşındadır. Ve bu inanılmaz tecrübe, ne zaman cadı avına çıkacağını çok iyi bilir. Zehirli elma ile av olmadan da önlemini almayı bilir.
O, kelimelerine nakşedilmiş tecrübesi ile gelişime atılmaya, aydınlanmaya her daim hazırdır. Atığa, kire, çöpe, karanlığa medeniyetin gerektirdiği şekilde ve tekrar ediyorum tam zamanında meydan okur.