Recep Garip
Köşe Yazarı
Recep Garip
 

GALİBİYET VE MAĞLUBİYET

Galibiyet ve mağlubiyet kavramları derin ve çok yönlüdür. Üstün gelme, yenme, zafer, galebe… Ahmed Midhat Efendi, “Bazı mağlubiyetler galibiyet kadar insana zevk verir,” derken, yenilginin de insana farklı bir tat ve ders verebileceğini vurgulamıştır. Mağlubiyet ise tam tersi anlamda, yenilme, başarısızlık, mağlup olma durumunu ifade eder. Bir müsabakada galip gelmek elbette bir başarı göstergesidir. Ancak gerçek galibiyet, yalnızca fiziksel bir zaferle sınırlı değildir. Galip geldiğinde tevazu gösterebilmek, kibir ve gururdan uzak durabilmek, asıl zaferin işaretidir. İnsan, yalnızca rakibini değil, kendi içindeki kibri ve gururu da yenmelidir. İşte biz buna tevazu sahibi olmak diyoruz. Mağlup olduğunda ise bunu bir kayıp olarak görmek yerine, nefsin terbiyesi olarak değerlendirmek gerekir. Mağlubiyet, insanın eksik yanlarını fark etmesine, hatalarından ders çıkararak kendini geliştirmesine fırsat tanır. Eksiklikleri gidermek, yanlışlardan dönmek, zafiyetleri onarmak, insan için paha biçilemez bir nimettir. Galibiyette de mağlubiyette de nefis terbiyesi esastır; ancak ikisi arasında bir fark vardır. Galibiyette, insanın nefsine hâkim olup tevazu göstermesi gerekirken; mağlubiyette, insanın kendini geliştirip hatalarından ders çıkarması önemlidir. Her iki durumda da nefis terbiyesi, kişinin ruhsal ve ahlaki gelişimi için büyük bir öneme sahiptir. Başarı da galibiyete işaret eder. Ancak unutmamak gerekir ki başarılarımız, çabalarımızın bir sonucu olsa da nihayetinde her şeyin sahibi olan Allah’ın bir ikramıdır. O bize bu fırsatı vermeseydi, başaramazdık. O, bizim başarmamızı istediği için çabalarımız sonuç vermiştir. İnsan, bu gerçeği unuttuğunda, kendinde büyüklük hissine kapılarak gurura yenik düşer. Rahmetli atababam derdi ki: “Dervişlerin hayvanlardan öğreneceği çok şey var.” Örneğin, köpekler sadıktır, sahibine bağlıdır, teslimiyet sahibidir ve ne pahasına olursa olsun itaat eder. Kovsan da dövsen de bir süre uzaklaştıktan sonra kuyruğunu kısarak yine kapında beklemeye devam eder. Verirsen yer, vermezsen sabırla bekler. Asla sahibine nankörlük ve ihanet etmez. Bir kurt ise, başka bir kurtla yaptığı kavgayı kaybedip kazanma şansının olmadığını fark ettiğinde, rakibine sakince köprücük kemiğini uzatır. İşte o anda şaşırtıcı bir şey olur: Galip gelen kurt, rakibini öldürmek yerine, kendini geri çeker. Binlerce yıllık içgüdü, soydaşına merhamet etmeyi öğretmiştir. Tam da burada bir Hadis-i Şerif nakledelim: Ebu Hüreyre (ra)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiğinde nefsine hâkim olandır." DNA'ya ya da ötesine gömülmüş temel mekanizma, kazanan kurdu kavgadan ayırır ve kendisine teslim olmuş rakibini ortadan kaldırmanın hırsına yenik düşmenin, aslında bir zayıflık olduğunu asil kurda hatırlatır. Elbette hiç kimse vazgeçen kurda korkak demeyecektir. Kimse, öldürebilme gücüne sahipken teslim olan birini öldürmenin kahramanlık olduğunu da söylemeyecektir. Basitçe bu kavgada kaybeden yoktur, ancak kazanan iki taraf olacaktır. İki kurt kavgadan ayrılır ve hayat döngüsü devam eder. Kardeşlik akdimiz de böyledir. Mümin olmak, nefsi terk ederek kardeşini kendisine tercih edebilmektir. Nefse galibiyet, müminlik alametidir. Bu anlayış, Resûlullah’ın (sav) terbiyesinde yetişmiş sahabenin de ahlakında görülür. Onlar, nefisle ilgili meselelerde son derece hassas olup, fedakârlık ve affediciliği en üstün şekilde temsil etmişlerdir. Bu duruma en güzel örneklerden biri, Hazret-i Ali’nin (ra) başından geçen şu hadisedir: Hazret-i Ali (ra), Allah yolunda yapılan bir gazâ sırasında, karşısına çıkan güçlü bir düşmanı alt ederek yere düşürür. Son darbeyi indirmek üzereyken, ölümle burun buruna gelen rakibi can havliyle Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürür. Ancak bu iğrenç hareket karşısında Hazret-i Ali, düşmanını öldürmekten vazgeçer. Ölümün pençesinden kurtulan düşman, rakibinin gösterdiği bu merhamet ve af karşısında şaşkınlığa uğrar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri, bu hadisenin ruhunu şöyle anlatır: Düşman şaşkınlıkla sordu: "Ya Ali! Üzerime keskin kılıcını çekmiştin. Tam öldürecekken bundan vazgeçip canımı bağışladın! Neden böyle yaptın? Ne gördün ki, öfken bir anda sükûnet buldu?" Hazret-i Ali (ra) şu cevabı verdi: "Ey kişi! Bil ki ben, kılıcımı yalnızca Allah’ın rızası için kullanırım. Çünkü ben, Hakk’ın kuluyum; nefsimin, hevâ ve hevesimin değil. Senin tükürüğüne mağlup olmak bana ağır geldi. Nefsimin şerrinden korktuğum için kılıcımı kınına soktum. Allah’ın rızasından başka her şeyden yüz çevirdim. Ben, mücevherlerle süslenmiş bir kılıç gibi, tevhîd incileriyle doluyum. Bu yüzden savaşta insanları öldürmekten ziyade, onları diriltmeye çalışırım. Bu gazâda seninle savaşırken tükürmen yüzünden içimde nefsânî bir hâl belirdi. İşte bu yüzden kılıcı kınına koymayı uygun gördüm; ta ki, Allah için seven ve Allah için buğzeden bahtiyarlardan olayım. Nefsin ve şehvetin esiri olan bir kimse, köleden bile daha kötü bir durumdadır. Çünkü köle, efendisinin bir sözüyle âzâd olup hürriyetine kavuşabilir. Ama nefsinin ve şehvetinin kulu olan kişi, yaşadığı geçici lezzetlerle sarhoş olur ve ebedî bir hüsran içinde uyanır. İşte bu yüzden nefsime tâbi olmayıp seni öldürmekten vazgeçtim. Bende Hakk’ın sıfatlarından başka sıfat yoktur. Eğer sen de bu hidâyet devletine erişmek istiyorsan, beri gel! Allah, fazl ve rahmetiyle seni de özgür kılsın! Zira O’nun rahmeti, gazabını aşmıştır.” Hazret-i Ali’nin (ra) bu sözlerinden sonra, o adam hidâyet nûruyla aydınlanarak iman etti. Bunun üzerine Hazret-i Ali (ra) ona şöyle hitap etti: “İşte şimdi tehlikeden kurtuldun. Nefsini tanıdın. Artık hidâyet nûru sayesinde eşsiz bir mücevher hâline geldin. Ey ilâhî nurla şereflenen kişi! Artık sen bensin, ben de senim. Yani sen de bir Ali’sin. Hâl böyleyken ben Ali’yi nasıl bağrıma basmam?” Nefsi terbiye etmek öyle kolay bir iş değildir; her babayiğidin harcı da değildir. Bu sebepledir ki, Resûlullah (sav), şehitlerin verildiği, yaralıların olduğu Tebük Seferi’nden dönerken ashabına şöyle buyurmuştur: “Küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz.” Ashâb-ı Kirâm bu söz karşısında şaşırarak sordular: “Ey Allah’ın Resûlü! Bu savaştan daha büyük bir savaş mı olur?” Bunun üzerine Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “Kişinin nefsiyle mücadelesi en büyük cihaddır.” İşte asıl galibiyet, nefsin sesine kulak vermek değil; bilakis nefsi terbiye ederek ruhun yüceliğini inşa etmektir.
Ekleme Tarihi: 08 Mart 2025 - Cumartesi
Recep Garip

GALİBİYET VE MAĞLUBİYET

Galibiyet ve mağlubiyet kavramları derin ve çok yönlüdür. Üstün gelme, yenme, zafer, galebe… Ahmed Midhat Efendi, “Bazı mağlubiyetler galibiyet kadar insana zevk verir,” derken, yenilginin de insana farklı bir tat ve ders verebileceğini vurgulamıştır. Mağlubiyet ise tam tersi anlamda, yenilme, başarısızlık, mağlup olma durumunu ifade eder.

Bir müsabakada galip gelmek elbette bir başarı göstergesidir. Ancak gerçek galibiyet, yalnızca fiziksel bir zaferle sınırlı değildir. Galip geldiğinde tevazu gösterebilmek, kibir ve gururdan uzak durabilmek, asıl zaferin işaretidir. İnsan, yalnızca rakibini değil, kendi içindeki kibri ve gururu da yenmelidir. İşte biz buna tevazu sahibi olmak diyoruz.

Mağlup olduğunda ise bunu bir kayıp olarak görmek yerine, nefsin terbiyesi olarak değerlendirmek gerekir. Mağlubiyet, insanın eksik yanlarını fark etmesine, hatalarından ders çıkararak kendini geliştirmesine fırsat tanır. Eksiklikleri gidermek, yanlışlardan dönmek, zafiyetleri onarmak, insan için paha biçilemez bir nimettir.

Galibiyette de mağlubiyette de nefis terbiyesi esastır; ancak ikisi arasında bir fark vardır. Galibiyette, insanın nefsine hâkim olup tevazu göstermesi gerekirken; mağlubiyette, insanın kendini geliştirip hatalarından ders çıkarması önemlidir. Her iki durumda da nefis terbiyesi, kişinin ruhsal ve ahlaki gelişimi için büyük bir öneme sahiptir.

Başarı da galibiyete işaret eder. Ancak unutmamak gerekir ki başarılarımız, çabalarımızın bir sonucu olsa da nihayetinde her şeyin sahibi olan Allah’ın bir ikramıdır. O bize bu fırsatı vermeseydi, başaramazdık. O, bizim başarmamızı istediği için çabalarımız sonuç vermiştir. İnsan, bu gerçeği unuttuğunda, kendinde büyüklük hissine kapılarak gurura yenik düşer.

Rahmetli atababam derdi ki: “Dervişlerin hayvanlardan öğreneceği çok şey var.” Örneğin, köpekler sadıktır, sahibine bağlıdır, teslimiyet sahibidir ve ne pahasına olursa olsun itaat eder. Kovsan da dövsen de bir süre uzaklaştıktan sonra kuyruğunu kısarak yine kapında beklemeye devam eder. Verirsen yer, vermezsen sabırla bekler. Asla sahibine nankörlük ve ihanet etmez.

Bir kurt ise, başka bir kurtla yaptığı kavgayı kaybedip kazanma şansının olmadığını fark ettiğinde, rakibine sakince köprücük kemiğini uzatır. İşte o anda şaşırtıcı bir şey olur: Galip gelen kurt, rakibini öldürmek yerine, kendini geri çeker. Binlerce yıllık içgüdü, soydaşına merhamet etmeyi öğretmiştir.

Tam da burada bir Hadis-i Şerif nakledelim:

Ebu Hüreyre (ra)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiğinde nefsine hâkim olandır."

DNA'ya ya da ötesine gömülmüş temel mekanizma, kazanan kurdu kavgadan ayırır ve kendisine teslim olmuş rakibini ortadan kaldırmanın hırsına yenik düşmenin, aslında bir zayıflık olduğunu asil kurda hatırlatır. Elbette hiç kimse vazgeçen kurda korkak demeyecektir. Kimse, öldürebilme gücüne sahipken teslim olan birini öldürmenin kahramanlık olduğunu da söylemeyecektir. Basitçe bu kavgada kaybeden yoktur, ancak kazanan iki taraf olacaktır. İki kurt kavgadan ayrılır ve hayat döngüsü devam eder.

Kardeşlik akdimiz de böyledir. Mümin olmak, nefsi terk ederek kardeşini kendisine tercih edebilmektir. Nefse galibiyet, müminlik alametidir.

Bu anlayış, Resûlullah’ın (sav) terbiyesinde yetişmiş sahabenin de ahlakında görülür. Onlar, nefisle ilgili meselelerde son derece hassas olup, fedakârlık ve affediciliği en üstün şekilde temsil etmişlerdir.

Bu duruma en güzel örneklerden biri, Hazret-i Ali’nin (ra) başından geçen şu hadisedir:

Hazret-i Ali (ra), Allah yolunda yapılan bir gazâ sırasında, karşısına çıkan güçlü bir düşmanı alt ederek yere düşürür. Son darbeyi indirmek üzereyken, ölümle burun buruna gelen rakibi can havliyle Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürür. Ancak bu iğrenç hareket karşısında Hazret-i Ali, düşmanını öldürmekten vazgeçer.

Ölümün pençesinden kurtulan düşman, rakibinin gösterdiği bu merhamet ve af karşısında şaşkınlığa uğrar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri, bu hadisenin ruhunu şöyle anlatır:

Düşman şaşkınlıkla sordu:
"Ya Ali! Üzerime keskin kılıcını çekmiştin. Tam öldürecekken bundan vazgeçip canımı bağışladın! Neden böyle yaptın? Ne gördün ki, öfken bir anda sükûnet buldu?"

Hazret-i Ali (ra) şu cevabı verdi:
"Ey kişi! Bil ki ben, kılıcımı yalnızca Allah’ın rızası için kullanırım. Çünkü ben, Hakk’ın kuluyum; nefsimin, hevâ ve hevesimin değil. Senin tükürüğüne mağlup olmak bana ağır geldi. Nefsimin şerrinden korktuğum için kılıcımı kınına soktum. Allah’ın rızasından başka her şeyden yüz çevirdim.

Ben, mücevherlerle süslenmiş bir kılıç gibi, tevhîd incileriyle doluyum. Bu yüzden savaşta insanları öldürmekten ziyade, onları diriltmeye çalışırım.

Bu gazâda seninle savaşırken tükürmen yüzünden içimde nefsânî bir hâl belirdi. İşte bu yüzden kılıcı kınına koymayı uygun gördüm; ta ki, Allah için seven ve Allah için buğzeden bahtiyarlardan olayım.

Nefsin ve şehvetin esiri olan bir kimse, köleden bile daha kötü bir durumdadır. Çünkü köle, efendisinin bir sözüyle âzâd olup hürriyetine kavuşabilir. Ama nefsinin ve şehvetinin kulu olan kişi, yaşadığı geçici lezzetlerle sarhoş olur ve ebedî bir hüsran içinde uyanır.

İşte bu yüzden nefsime tâbi olmayıp seni öldürmekten vazgeçtim. Bende Hakk’ın sıfatlarından başka sıfat yoktur. Eğer sen de bu hidâyet devletine erişmek istiyorsan, beri gel! Allah, fazl ve rahmetiyle seni de özgür kılsın! Zira O’nun rahmeti, gazabını aşmıştır.”

Hazret-i Ali’nin (ra) bu sözlerinden sonra, o adam hidâyet nûruyla aydınlanarak iman etti. Bunun üzerine Hazret-i Ali (ra) ona şöyle hitap etti:

“İşte şimdi tehlikeden kurtuldun. Nefsini tanıdın. Artık hidâyet nûru sayesinde eşsiz bir mücevher hâline geldin. Ey ilâhî nurla şereflenen kişi! Artık sen bensin, ben de senim. Yani sen de bir Ali’sin. Hâl böyleyken ben Ali’yi nasıl bağrıma basmam?”

Nefsi terbiye etmek öyle kolay bir iş değildir; her babayiğidin harcı da değildir. Bu sebepledir ki, Resûlullah (sav), şehitlerin verildiği, yaralıların olduğu Tebük Seferi’nden dönerken ashabına şöyle buyurmuştur:

“Küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz.”

Ashâb-ı Kirâm bu söz karşısında şaşırarak sordular:

“Ey Allah’ın Resûlü! Bu savaştan daha büyük bir savaş mı olur?”

Bunun üzerine Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:

“Kişinin nefsiyle mücadelesi en büyük cihaddır.”

İşte asıl galibiyet, nefsin sesine kulak vermek değil; bilakis nefsi terbiye ederek ruhun yüceliğini inşa etmektir.

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.