Kelimeler, kimi zaman kırık dökük, kimi zaman paramparça ve kimi zaman tamamlanmamıştır. Öyle anlar vardır ki kelimeler dizim dizim dizilir, cümleler tıkır tıkır işler zincirleme sürüp gider. Kelimelerin kaçtığı ve ürkek davrandığı zamanlarda en iyisi yazmamak, konuşmamak ve kendi kuytu köşende bir başına kalmaktır en iyisi.
Böyle zamanlarda baş koyacağın, göz göze bakacağın, yan yana duracağın, hiç olmazsa bir bardak çay içeceğin, kadir kıymet bilen, içten içe ve dıştan dışa yekvücut olmuş bir dost, bir sırdaş, bir gönüldaş, bir yoldaş ve bir omuzdaş olmuş birilerine ihtiyaç duyulur. Böyle Anlarda aynı mekânda olmak, aynı ortamda bulunmak, bir kış gününde soba başında sıcacık ısınmaktan farklı değildir. Kelimeler dile gelmese bir şey kaybetmiş olmaz insan. Sükût halinde de konuşulabilir. Kelimesiz yalnızca bakarak, susarak, dinleyerek ve tefekkür halinde derin ve soylu, içli ve sıcacık konuşmalar yapılabilir. “Sessiz Gemi” şiiriyle Yahya Kemal’e kulak verelim:
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.”
Bir sessizlik, bir kimsesizlik belki de bir bilinmezliği de kendiliğinden getirir. Belki de bir kaçış ve bir yakarıştır. Belki de sükûneti çağrıştır. Böylesi zamanlar insan hayatına girer ve çıkar. Kimi kayboluşları, çekip gitmeleri, bulamayışları da içinde barındırır. Bilinmeyi, görülmeyi ve tanınmayı isteme halini de bize söyler. Sessizlik delice, çılgınca yorumlanabilmesi de asıl itibariyle insanın derinleşmesine de yol açar. Tefekkür etmenin bereketli iklimlerine ulaşma fırsatları verir.
Üç gün ortadan kaybolacağım dedi adam. Kimsecikler bilmesin. Bir müddet buralarda yokum haberiniz olsun. Adam birdenbire tozduman oldu, gözlerden kaybolup gitti. Aranıp sorulsa da gören, bilen olmadı. Nasıl oldu, neden kayboldu bir bilene rastlanmadı. Aslında dün ikindi vakti şu ırmağın kıyısında oturmuş, havadan sudan şeyler konuşmuştuk diye söz açtı biri. Bir başkası, ben üç gün önce şu tepenin arkasındaki göletin kıyısında bir çay bahçesinde bir şeyler yemiş, uzun uzadıya gelecek üzerine konuşmuştuk. Sen üç gün evvel oturmuşsun bense evvelsi gün diye söze başladı bir diğeri. Hava sıcacık, bahar üzerimize iyice çökmüş bir vaziyette, sümbüller burcu burcu kokarken, menekşeler ve nergislerin ahengi içinde göz göze gelmiştik. Gözleri pırıl pırıl, baharın sevinciyle selamlaşmıştık. O yoluna devam etti. Ben de yukarki ağıla çıkıp erik, badem, şeftali ağaçlarının açtığı çiçeklerle muhabbete dalmıştım. Nerden bilelim habersizce çekip gideceğini? Kim kimin halini yeterince bilip kavrayabilir ki? Diyelim ki kişinin hali halimiz, durumu durumumuz olsun, kim kime ne kadar el uzatabiliyor, yardım edebiliyor ve hal hatır sormanın ötesinde derdini bilip çare olabilir ki? Cahit Sıtkı Tarancı “Desem Ki” şiirinde bizlere şöyle sesleniyor:
“Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım ciceklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Senden tattım yemişlerin cümlesini.”
Çare demişken, çaresi olanın çaresi, kendine fayda etse yarasına merhem, derdine derman olurdu. Ne günlere kaldık bir başımıza debelenip duruyoruz evlerimizde, işyerlerimizde. Çıkarsız, menfaatsiz, geleceğe yatırım yapma duygusu olmadan bir insanın bir başka insana el vermesi, yardımcı olması, yarasını sarması nerelerde kaldı? Çıkarsız, sebepsiz, sırf kardeşlik hukuku için selam verenler hangi diyarlarda, hangi iklimlerde kaldı? Bilenler, bulanlar varsa haber etsinler de çekip gidelim o diyarlara. Olur ki içimiz şişmeden, gönlümüz kabarmadan, üzerimize musibetler-belalar yağmadan kurtuluruz belki. Sessizlik, sözsüz müziğe benzer. Kelimeye ihtiyacı yoktur. Kimi zaman bir şiir, slow bir müzik veya bir tablo insan ruhunun yansımasında, anlaşılmasında önemli rol oynar. Yalnızken şiirin ve musikinin eşlik etmesi bilindik bir şeydir. Bir ressamın tablosunun anlattığını kimi zaman kelimeler anlatamaz. Öyle zamanlar vardır ki, bu yalnızlık hali kişinin kendini dinlemesine, bilmesine, daha iyi tanıyıp kavramasına sebep olur. Bilme ameliyesi keşifle ilgilidir. Kişinin kendini keşfi yani bilme ve tanıması böylesi kaçışlarda önemli fırsatlar verir. Uzun bir yolculukta bir başına arabasını kullanan kişiye eşlik eden musiki en azından bende bu sözsüz olanın tercihidir ki, yol halindeyken kelimeler, şiir olarak doğadan insanın gözlerine, diline ve kulağına süzülür. Tefekkür hali, uçsuz bucaksız dağların, vadilerin, gökyüzünün, yeryüzünün, akarsuların ve şelalelerin bizlere söyledikleridir. Burada kelimeye ihtiyaç yoktur. Sessizliği takip eden müzik aynı zamanda resmi de, şiiri de yanında taşır. Harflerin, sözcüklerin, kelime ve cümlelerin insanı terk etmediğini bilsek de sükûtun kıymetini böylesi zamanlarda anlıyoruz. Bütün bu yolculuklar bizlere tefekkürün kıymetli atmosferine ulaşma fırsatları veriyor. Kemal Sayar’ın “Sessiz” şiiriyle sözü tamamlayalım:
“Biliyor musun çekirgelerin,
Unutulmuş ülkelerin,
Kahrından kuruyan nehirlerin
Diliyle konuşabilirim seninle!
Duyabilirim seni hiç konuşmadan.
Kalbinin atışlarını duyabilirim
İçinde bir yaz gezmesine çıkan çocuğu
Ve dudağın en uzak sokağında
Biriken dilini hayatın
Sökebilirim, öğrenebilirim
Sözcükler bağırtılar klaksonlar
Ona karışmadan.
Ay sesiyle, gün sesiyle, gül sesiyle
Tırmanırım kalbinin tepesine ve işte,
Zakkumların diliyle konuşabilirim seninle.
Rüzgârın ve acının bildiği dilde
Acelesiz, hiç yarışmadan,
Sessiz oturabilir miyiz seninle?”